ABTTF
TR
HABER BÜLTENİMİZE KAYIT OLUN Bülten İcon
Batı Trakya

Yaşamdan Dakikalar Batı Trakya'daydı.

06.06.2006
HAŞMET BABAOĞLU - VATAN GAZETESİ

Bu kalp o köyü unutur mu?

Geçen perşembe günü…

Yaşamdan Dakikalar takımı olarak İpsala sınır kapısına varıyoruz…

Gümrüğün Yunan tarafında bir telaş, bir kalabalık!

Batı Trakyalı dostlar, eksik olmasınlar, konvoy yapıp bizi karşılamaya gelmiş.

Üzerinde "Alo Polis İmdat " yazılı bizden bir ekip arabasının bagajından Hıncal Ağabey'in, Sunay'ın, Nebil'in, benim kitaplarımın bulunduğu bir koli indiriliyor .

Gümülcineli dostlar kitaplarımızı da istemiş. Ama Yunan polisi içinde "propaganda malzemesi var mı acaba?" derdine düştüğünden bizim polisler resmi işlemleri tamamlamaya çalışıyor.

Tam o sırada Sunay "hey güzel Allahım, bu günleri de gösterdin ya!" diye iç geçiriyor: "Geçmişte polis kitaplarımızı toplar yok ederdi, şimdi başlarına bir şey gelmesin diye gümrükte nezaret ediyor!"

***

Sınırı geçtikten sonra ilk hedefimiz Bulgaristan sınırına yakın bir köy oluyor. Ama herhangi bir köy değil gittiğimiz yer.

Erenler diyarı...

Ruşenler (Roussa) Köyü...

Seyit Ali Sultan'ın makamı.

Batı Trakya'da köyler; yaka köyleri, ova köyleri ve balkan köyleri diye ayrılıyor. Balkan, malum "dağ" demek.

Ruşenler, bir balkan köyü. Yakın zamanlara kadar dışardan ziyaretin yasak olduğu köylerden. Yasalar hâlâ yasaklıyor ama PASOK iktidarı uygulamayı gevşetmiş, bu köyleri dışarıya açmış.

Yemyeşil bir vadiden dağa doğru tırmanıyoruz. Yeşilin rengi ve çeşitliliği Ege'den çok bizim Karadeniz'i andırıyor.

Köy meydanında arabalardan inip asma altına kurulmuş dostlar sofrasına geçiyoruz.

Köylülerin yüzlerindeki aydınlığı, hal ve tavırlarındaki olgun sıcaklığı sözcüklerle anlatmak zor.

Bir yandan da bizim orada bulunmamız karşısında hissettikleri hayreti de saklayamıyorlar.

"İnanamıyoruz" diyorlar; "yıllarca kimseler kapımızı çalmamıştı. Şimdi Türk televizyonlarından tanıyıp sevdiklerimiz ansızın köy meydanında bitiverdi, inanılacak şey mi?"

Uzun masanın ucuna oturuyorum. Yanımda Ruşenler Köyü'nden, İstanbul Hukuk'u bitirmiş çiçeği burnunda avukat Ayşe var. "Bu köyün taşları dile gelse de konuşsa... Hem Türk hem Bektaşi hem dağ köyünden olduğumuz için, azınlık içinde azınlık gibiydik yıllarca" diyor.

***

Sonra bir gitar çıkıyor ortaya ve şarkı başlıyor.

Hangi şarkı mı?

"Bunca yıl herkesten kaçtın" diye hatırlatsam, siz arkasını getirir misiniz? "En sonunda buldum sandın / ansızın içini açtın / yapma dedim yaptın gönül."

Unutulmaz bir şarkıdır. Fakat birçokları Fikret Kızılok'un bestesi olarak bilir ki, yanlıştır.

Gitarını çıkartıp tellerini titretmeye başlayan Özkan Samioğlu işte "Gönül"ün ve yine bir başka güzel şarkı "Bu kalp seni unutur mu" şarkısının bestecisi. O da Batı Trakyalı ve gezimizde bize eşlik ediyor...

Derken Gümülcineli eski milletvekili Galip Bey de (Galip S. Galip) akordeonuyla Özkan'a katılıyor.

Bir ağızdan söylüyoruz: "Sen istedin ben dinledim / senden ayrı olmaz dedim / en sonunda ben de sevdim / şimdi beni kurtar gönül."

Ardından Nazile Hanım'ın toprak kokan sesinden Pir Sultan Abdal deyişleri dinliyoruz.

O anda ruhum sanki bir kuşa dönüşüyor…

Toroslar'dan, Orta Anadolu'ya, oradan Balkanlar'a uçan deli bir kuş!

***

Yemek, sohbet ve şarkı-türkü faslı bitince tarihi 1402'ye kadar uzanan Seyit Ali Sultan dergâhına gidiyoruz. Balkanlar'daki Bektaşiliğin merkezi burası. Yörede akan bir ırmağın, Kızıldeli'nin adıyla da anılıyor.

Aynı zamanda unutmamalı ki, buralar Şeyh Bedrettin'in de doğup yetiştiği topraklar.

Ulu ceviz ağaçları akşam rüzgârıyla hareketleniyor. Yüzlerce yıllık bir ürperme sarıyor hepimizi...

Köylülerle kucaklaşıyor, vedalaşıp önce Dedeağaç'a, sonra Gümülcine'ye doğru yola koyuluyoruz.

Arabaya binince Hıncal Ağabey "Ne iyi yaptık buralara gelmekle" diyor. Başımızla onaylıyoruz.

Tatlı bir yorgunluk, derin bir ferahlık sarıyor içimizi.

http://www.vatanim.com.tr/root.vatan?exec=yazardetay&sid=&Newsid=78908&Categoryid=4&wid=9


Önce kollarını açacaksın, sonra kucaklayacaksın!

Gelelim Gümülcine'ye...

Otelimiz Astoria'nın meydana bakan kafesinde kahvelerimizi yudumlayıp gazetelere göz gezdirerek günü açıyoruz.

Biraz ötemizdeki Cafe Theatre henüz erken olmasına karşın gümbür gümbür rock çalıyor.

Gümülcine, Batı Trakya'nın başkenti ve önemli bir üniversite şehri. (Batı Trakya'nın nüfusu 420 bin. Yaklaşık 150 bini Türk.) Öğleden sonra 14.30 ve 18.00 saatleri hariç Gümülcine'nin her sokağı cıvıl cıvıl. Hele geceleri rengârenk.

Üç katlı ve çok sevimli Astoria Otel'in yakın tarihe dair önemli bir özelliği de var. 1991 yılında dönemin başbakanı Mitçotakis, Batı Trakyalı Türklerin (Ne yazık ki, Yunanistan bürokrasisi ve medyasıTürk yerine "Müslüman azınlık" deyiminin kullanılmasında hâlâ ısrarlı) "yasa önünde eşit olduğunu" ilan ettiği konuşmasını Astoria'nın balkonundan yapmış!

Biz kafede otururken Batı Trakya Valisi Aris Yanakidis geliyor. Zarif, duyarlı, edebiyatsever bir genç adam.

Bir resmi davette bulunması gerektiği için öğleden sonra yapılacak Yaşamdan Dakikalar sohbetine katılamayacağını belirtip özür diliyor. Ama Vali Vekili'ni mutlaka toplantımıza göndereceğini söylüyor. Doğrusu, büyük incelik!

***

Sevgili Hülya Emin'in Gündem Gazetesi'nin düzenlediği "Yaşamdan Dakikalar" sohbetinde herkes "Bizim hakkımızda ne biliyordunuz?" diye soruyor.

Sunay (Akın) Haydarpaşa Lisesi'nde geçen öğrencilik yıllarını; B. Trakyalı yatılı arkadaşlarının günler, aylar boyu hasretle nasıl Gümülcine'yi, İskeçe'yi Dedeağaç'ı anlattıklarını hatırlayıp kalabalığa dönüyor, "ben yıllarca sizleri ve bu diyarı dinledim" diyor...

Sohbet karşılıklı sürüyor; geleceğe dair umutlarla kuşkular aynı anda dile getiriliyor.

Biraz Batı Trakya'nın sorunlarından, biraz medyadan, biraz da hayattan, hayatın acısından, sevincinden konuşuyoruz.

Elbette sorun çok! İstenirse, sabırla çaba gösterilirse, Türkiye destek verirse hepsi aşılır.

Ancak çözüm için tek bir ön koşul var: Türk-Yunan barışı ve iki ülke arasında politik açıdan berrak nitelikte iyi ilişkiler...

***

Gece şehrin en has buzuki tavernasında; Despina'nın (nedense tavernacıların adı hep Despina oluyor ya da bana öyle geliyor!) Spilya'sındayız.

Spilya "mağara" demek. İçerisi kireç beyazı, sarkıtlı dikitli bir mağara gibi dekore edilmiş...

En arkadaki üç masada Yunan üniversite öğrencileri var, onlar dışında herkes Türk...

Masamıza kafteripiperya gelince Nebil'le benim yüzümüz gülüyor.

Haydi Nebil Adanalı, acıyı o yüzden sever. Bana ne oluyor peki? Kafteripiperya uzun ince bir çarliston biberini andırıyor ama bayağı acı. Zeytinyağı ve hafif sirkeli bir tabağa bu biberi tek başına yatırıyorlar ki, görüntüsü bile çekici!

Buzukiciler ve mutfak girişindeki aynada makyajını tazeleyen genç kadın yerini alıp şarkıya başladığında bütün başlar sahneye dönüyor.

Hüzünlü rebetikoları, oynak çiftetelli takip ediyor. Hıncal Ağabey bile yerinde duramayıp kendini piste atıyor.

Ve sonra zeybek geliyor...

Oturduğumuz yerde bile kollarımız açılıyor yavaş yavaş. Ritim vurdukça, ayaklarımız parmak uçlarında yükseliyor.

Şimdi burada küçücük bir parantez açayım: Zeybek çok başkadır.

Özünde tek kişilik bir oyundur; bir "efelenme" halidir, bazen de zeybek hareketleri "tutmayın beni, beni benimle bırakın" tadındadır. Bu yüzden oynaması da izlemesi de güzeldir. Ve izlerken aklımdan sıcak ikindiler, dağ kekiği ve tütün kokuları geçer...

Neyse, parantezi kapatıp yine gecemize dönelim.

Hülya'nın mükemmel dansının ardından arka masalarda kendi halinde eğlenen Yunan gençler de zeybek için piste gelince Spilya tavernasına güneş doğuyor sanki...

Görüntüyü düşünün; kızlı erkekli beş genç diz kırmış, başlarını eğmiş el çırpıyorlar; arkadaşları da teker teker kalkıp ortalarında topuk vurup diz kırıyor...

Ayaktaki kollarını açıyor, oturanlar onu kucaklıyor sanki!

Soluk kesici bir sahne!

Çıkışta oteldeki odamda kafamı vurup güzel bir uykuya dalmaya doğru koşa koşa giderken düşünüyorum: Hiçbir şey barış kadar güzel, hiçbir şey barış kadar insanca olamaz!

http://www.vatanim.com.tr/root.vatan?exec=yazardetay&sid=&Newsid=79033&Categoryid=4&wid=9


Kavala'da bademli kurabiye ve bir dost

Hiç durup dururken "Olsa da kurabiye yesek" diye içinizden geçirdiğiniz olur mu?

Benim "canım kurabiye çekti şimdi" dediğim görülmemiştir. Eminim, birçok kişi benim gibidir. Özellikle de erkekler...

Onların iştah dünyasında hamur işi olarak börek öyle bir yer tutar ki, oraya kekler, kurabiyeler pek sirayet edemez.

Kurabiye başka bir yerde, derin hatıralarımızda yer tutar.

Büyükannedir, ninedir, annedir kurabiye...

Teyzeler, halalar, amcalar, enişteler, uzak-yakın akrabalar hep birlikte geçirilen öğle sonraları, çay saatleridir...

Ninemizin loş, serin mutfağındaki tezgâhta bizi bekleyen Alaaddin'in sihirli kavanozudur...

Sabah "oturması"na gelen güzel ayakların, güzel kokulu görkemli gerdanların, her an dışarı taşıverecekmiş gibi duran memelerin arasında oyuncak arabasını süren sevinçli bir çocuktur kurabiye...

***

Artık saçını sakalını ağartmış bana gelince...

Kurabiye, sevdiğim yerlerin tadını ve kokusunu taşıyan bir tılsım sanki...

Ayvalık Güler Pastanesi nin sakızlı kurabiyesi mesela...

Ya da Alaçatı Köşe Kahve'nin sakızlı un kurabiyesi...

Şimdi bu listeye Makis'in bademli kurabiyesi katıldı.

Edirne'ye epeydir gitmedim. Hep merak ettiğim Keçecizade Pastanesi'nin meşhur "Kavala kurabiyesi"ni de tadamadım!

Kısmet bu kurabiyeyi "anayurdu"nda tatmakmış!

Hikâyesi şöyle...

Tekirdağ'dan geçerken Hıncal Ağabey "Özcanlar'da köfte yemeden olmaz" deyince bu teklife bayıldık tabii.

Özcanlar'dan öğrendik ki, Kavala'da ünlü bir kurabiyeci var: Makis Yosufidis...

Makis'e götürmemiz için elimize buzlukta iki kutu köfte tutuşturdular; Tekirdağ'dan selam götürmemizi söylediler, yeniden yola koyulduk.

Gümülcine'de kaldık, İskeçe'ye uğradık. (Doğrusu aklım İskeçe'de; İskeçe Türk Birliği'ndeki dostlarda, bu küçük şehrin eski evlerinin bulunduğu sokaklarda kaldı!)

Sonra ver elini Kavala!

Yol üzerindeki bir "dinlenme tesisi"nde durup arabalarımızı park ettik.

Hava çok sıcaktı ama 500 metre kadar aşağıda uzanan Ege'den içerilere doğru tatlı bir rüzgâr esiyordu.

Tesisin içi kahve, dışı beyaz manolya kokuyordu.

Aradığımız yer işte burasıydı.

İsteyen oturuyor kahvesini içiyor, isteyen baklava veya kurabiye atıştırıyordu.

Kasanın arkasındaki kapıdan çıkagelen Makis'le tanıştık. Orta yaşlı, ince bıyıklı, hafif kırmızı yanaklı, gözleri inceden çapkınca bakan tipik bir Orta Anadolu erkeği gibiydi.

Gerçekten de öyleymiş, Konyalı bir Rum'muş.

Türkçe anlattı Makis: 20 yıl kadar önce dededen yadigâr mesleğini iyice geliştirmeye, özellikle de bademli kurabiyede herkese parmak ısırttırmaya karar vermiş. Çok çalışmış, inat etmiş. Şimdi büyük bir atölyesi var, yakında büyük bir kurabiye fabrikası açacak. Sadece Atina'ya yılda 50 tona yakın bademli kurabiye gönderiyormuş; hele Paskalya zamanı tüketim müthiş artıyormuş.

Tadınca anladık ki, bu kurabiye tadından yenmiyor!

***

Artık kurabiye denince hem o sevimli liman şehri Kavala'yı hem de Makis'in alabildiğine özenli ve içten konukseverliğini de hatırlayacağım.

Özellikle de şu sahneyi...

Sabah erkenden Türkiye'ye dönmek üzere otelimizden dışarı çıkmış, valizlerimizi ve Makis'in bir gün önce yanımıza verdiği kurabiye paketlerini arabamıza yerleştirmeye çalışıyoruz.

Tam o sırada bir korna sesi işittik.

Baktık, Makis. Bizi uğurlamaya gelmiş!

Vedalaştık.

Biraz gidip kavşağa geldiğimizde hangi yöne gideceğimizi şaşırmak üzereydik ki, bir korna daha...

Meğer, ne olur ne olmaz diye doğru yönü göstermek üzere orada bekliyormuş Makis.

Sağol arkadaş, seni unutmayacağız.

http://www.vatanim.com.tr/root.vatan?exec=yazardetay&sid=&Newsid=79153&Categoryid=4&wid=9



SUNAY AKIN - SABAH GAZETESİ

Bize en yakın Batı'da...

Yaşamdan Dakikalarekibi olarak Batı Trakya'ya gittik. Gümülcine sokakları sabahın erken saatlerine kadar gençlerle dolu. Genç kızlar gece kıyafetleriyle dolaşabiliyor, kimse onları rahatsız etmiyor. İki ülke gençleri arkadaş olsa da evlenenlere pek rastlanmıyor

HAYDARPAŞA Lisesi'nde okuduğum yıllarda tanımıştım onları... Her ders arasında bir araya geliyor, köylerini, kentlerini anlatıyorlardı birbirlerine. Konuşmalarında 'h' harfi yutuluyor, 'cık', cik' ve 'cak'lar neredeyse her cümlede kullanılıyordu... Yunanistan'dan, Batı Trakya'dan gelmişlerdi. "Epside" yatılı okuyorlardı. Gümülcine'yi, İskeçe'yi, Dedeağaç'ı onlardan duymuş, haritadaki yerlerini onlardan öğrenmiştim. Bazıları dayanamayıp, cuma günleri öğleden sonra köylerine gidiyorlardı. Pazartesi sabahı okula geldiklerinde 80 kişilik sınıfın arka sıralarına geçip uyuyorlardı... Yorgun ama mutluydular!

AYNI KÖPRÜNÜN ASKERLERİ

Ve ben, 30 yıl sonra, o arkadaşlarımın yolundan gidiyordum. Hıncal Uluç ustanın içinde kuş sütü eksik olan arabası, Yunanistan ile sınırı oluşturan Meriç üstündeki köprüyü geçerken el salladım bizim askerlere... Yunan askerleri tıpkı bizimkiler gibi sıcaktan perişan olmuş bir haldeydi. Onlara da el salladım... Geride bıraktığım askerler gibi, onlar da aynı sevgiyle karşılık verdi!... "Hocam, Yunan askerleri de el salladı," deyince, Hıncal Uluç, kahkahası kadar unutulmayacak olan şu güzel sözü patlattı: "Sallarlar tabii, aynı köprünün askerleri bunlar!.." Yunanistan'a gelmiştik fakat bizi Türk polisi karşılamıştı!.. Belki inanmayacaksınız ama polis arabasının bagajı kitaplarımızla doluydu. Polisler, Yunan meslektaşları zorluk çıkarmasınlar diye ellerinden geleni yapıyordu!.. Kitaplara yabancı değildir bizim polis arabalarımız. Ev aramalarında, toplatma kararlarında az kitabın yükünü taşımamışlardı! Kitaplarımızı sınıra kadar getiren polis arabası, bize son derece yardımcı olan, bir tersliğin çıkmaması için ellerinden geleni yapan emniyet görevlileriyle Doğu'ya doğru yol alırken gülümsedim; geride bıraktığım gerçekten benim ülkem mi?

BU YÖNETİCİLER ÇOK FARKLI

Gümülcine'de çıkan Gündem gazetesinin davetlisi olarak ayak bastık, Batı Trakya'ya... Yaşamdan Dakikalar ekibini, gazetenin sahibi Hülya Emin, sınırda karşıladı... Aralarında, erken yaşta ölümü ülkemiz ve insanlık için büyük kayıp olan Edirne Valisi Fahri Yücel'in eşi Perihan Yücel de vardı... Fahri Yücel'in ardından söylenecek en güzel şarkı, Fikret Kızılok'un söylediği Bu kalp seni unutur mu? adlı şarkıdır. Bu mükemmel şarkının bestecisi Özkan Samioğlu da bizi karşılayanlar arasındaydı. Galip Galip, Ayşe Galip, Mustafa Mustafa, Doktor Necati... Gönül dostları bir olmuş, bize "Hoş geldiniz," diyorlardı. Sahi, Fikret Kızılok'un Gönül şarkısı var bir de, Özkan Samioğlu'nun bestelediği!!! Batı Trakya'da birlikte olduğumuz Türk aydınlarının son derece alçak gönüllü, içten ve dürüst tavırları beni kendilerine hayran bıraktırdı. Hele ki, bölgenin Yunan Valisi Yanakidis Aris'in toplantıya katılamayacağını bildirmek üzere kaldığımız otele gelişini, bin bir özür dileyişini unutamam. Bölgenin iki Türk vali yardımcısı Mehmet Devecioğlu ve Ahmet Hacıosman'ın bizim politikacılarla ya da yöneticilerle uzaktan yakından ilgileri yok! Vali gibi, onları da yolda görseniz sıradan bir vatandaş sanırsınız. Yüzlerindeki tebessüm, Ege güneşi gibi sıcak ve samimi. Yunanistan'da valiler atamayla değil, seçimle geliyor!.. Sokaklarda korumasız, tek başlarına yürüyorlar! Gümülcine sokakları sabahın erken saatlerine kadar gençlerle dolu. Genç kızlar, gece kıyafetleriyle rahatlıkla dolaşabiliyor, en ufak bir rahatsızlıkla karşılaşmıyorlar. Bizim edebiyatımızda Yunan kadınlarının hafifmeşrep, ahlaksız olarak ele alındığı eserler vardır. Oysa, Yunan edebiyatında Türk kadını genellikle olumludur; annedir, kapı komşusudur... Gümülcine Meydanı'nda otururken, önümden geçip gitse de gecenin sessizliğinde duyulan sivri ayakkabı topuklarının sesi bu karşılaştırmayı anımsattı bana. Acı ama gerçek; annelerin namusuna küfürlerle dil uzatılan sokaklar da bizimkiler!.. Türk ve Yunan gençler, Batı Trakya'da arkadaşlık yapsalar da, aralarında evliliğe pek rastlanmıyor. Bizim kafalarımızın içinde bir Yunan ya da Rum ile aşk denilince roller bellidir; erkek bizimki, kız ötekidir! İki millet arasında aşk konusunun işlendiği roman ya da öykülerimizde değişmez kural budur. Bu konuda bir tek istisna vardır; Sevgi Soysal'ın Yürümek adlı romanında kız Türk, erkek Yunan'dır... Dahası, bu iki sevgili romanın sayfalarında bir ilki gerçekleştirir ve öpüşür!.. Kavala'yı görünce Trabzon'dan göç eden Rumların neden yerleşmek için bu kenti seçtiklerini anladım; bu şirin kent, Trabzon'un küçük bir modeli!.. Osmanlı'ya kafa tutan Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'nın evi de bu kenttedir. Evinin kapısının tam karşısında bir heykeli var, Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın. Atının üstündeki yorgun savaşçı, elinde bir kılıç tutuyor. Kılıcını kınından çeken bir insanın bakışları karşıda yani düşmanın üstündedir. Kılıcını kınına koyan bir savaşçı ise ileriye değil, kınının ağzına bakar. Heykelde, Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın gözleri kınındadır.

GÖNÜL HAZİNESİ

Kılıcını kınına koyan bu heykelin 'barış'ı simgelediği söyleniyor. Ne güzel! Ama, Kavala'nın girişindeki, kuzeyinden aşağıya doğru kanların aktığı 'Kıbrıs'ı Unutma' tabelası bu güzel kente ve barışsever Yunan halkına yakışmıyor. Yunanistan'dan dönüşte gönül hazinemiz kazandığımız dostlar yüzünden zenginleşmiş, ağırlaşmıştı. Yediklerimizden dolayı bedenimiz de öyle!.. Batı Trakya'yı görmemiş, Yosif Makidis'in kurabiyelerini tatmamışsanız, hayatınızda çok şey eksik demektir. (Hayattan ne anladığınıza bağlı tabii ki bu yorumum!) Batı Trakya'daki dostlarımızla vedalaştıktan iki gün sonra Yaşamdan Dakikalar'ın çekiminde Hıncal Uluç, Haşmet Babaoğlu, Nebil Özgentürk gibi benim de gözüm kınımdaydı... Son programı çekiyorduk... Üstümüzde bir yılın mutlu yorgunluğu vardı...

http://www.sabah.com.tr/2006/06/04/cp/yaz1363-20-121-20060603-101.html


HINCAL ULUÇ - SABAH GAZETESİ

Gurbete mi gittim ben, köyüme mi?..

Yunanistan sınırından tahminlerimizden çok kolay girdik.. Benim koca minibüs, yığınla çantamız aranmadı bile.. Aramak ne kelime.. Gelip bakmadılar dahi uzaktan.. Pasaportlar mühürlendi, tamam..

Karşıda bizi davet edenler bekliyor.. Gümülcine'de haftalık Gündem gazetesini çıkaran Hülya (Emin), kendisini sınır komşularımızla yakın ilişkilere vakfeden Perihan (Yücel) ve gezi boyu bize gerçek ev sahipliği yapan Galip (Galip).. Perihan Yücel geçen yıl kaybettiğimiz Edirne'nin unutulmaz valisi Fahri Yücel'in eşi..

"İçimdeki yangını söndürmek için" diye açıklıyor, bitmez tükenmez, birbirine eklenen faaliyetlerini.. Balçiçek onunla konuşmalı bir pazartesi mutlak..

Bir de bizi davet etmediği halde bekleyen var.. Sivil Yunan Polis arabası.. Bizi sınırdan aldılar, sınırda teslim ettiler, Yunanlılar..
Hayır.. Kötü niyetle bakmayın hemen.. Amaçları bizi izlemek, ne yapıyoruz, ne ediyoruz raporlamak değil..

Batı Trakya'da sinirler gergin olabilir. Daha iki gün evvel uçaklarımız çarpışmış, bir Yunan pilot ölmüş.. Ondan az önce de, bir takım Yunan fanatikleri, "Pontus soykırımı" lafını ortaya atmışlar. Biz Pontus, yani Karadeniz Rumlarının kökünü kazıma işine girişmişiz zamanında.. Şimdi bir Pontus Soykırım Anıtı istiyorlar.. Tam da bu ortamda dört ünlü Türk gazetecisi Batı Trakya'da.. Ne olur ne olmaz?.. Bir saldırı bizi yaralar, ama Avrupa Birliği'ndeki Yunanistan'ı perişan eder.. Hem kendilerini koruyor adamlar, hem bizi..
İlk durak Sufli kasabası .. Dağların arasında.. İpek böcekçiliği yapıyorlar. Koza orada, iplik orada, dokuma tezgahı orada, işleyen eller orada.. Bir de minik İpek Müzesi yapmışlar, Sunay'ın kulaklarını çınlatıp.. Manyas Çavuşköy'deki çocukluğumu ilk hatırladığım yerdi orası.. Biz de ipek böcekçiliği yapardık.. Koca bir dutluk, yanında kozahane.. Dutlar dalları kesilir, tırtıllara ikram edilir.. O tırtılların büyümesi, etraflarına koza örmeye başlamaları, çocukluk anılarım içinde en ilginçleridir. Tırtıl kelebek olur çıkarmış kozadan.. Ben o faslı hiç görmedim.. Tırtıl kelebek oldu mu, koza on para etmez hale gelir çünkü.. Bize söylemezlerdi.. Çok sonra öğrendim ki, koza tamamlanınca, kelebek olan tırtıl kozayı delmesin, yani o çok değerli ipek ipliğini koparmasın diye kozalar fırınlanır, tırtıl içerde öldürülür, sonra kozayı oluşturan ipek ipliği masuraya sarma operasyonu başlarmış.

Sufli'den ipek şallar, örtüler falan da aldılar dostlar, biz bir yorgunluk kahvesi içerken.. Oradan asıl istikamete gideceğiz.. Dağın iyice tepesindeki Ruşenli'ye.. Burası tümüyle bir Türk köyü ve bizi öğle yemeğine bekliyorlarmış..

http://www.sabah.com.tr/2006/05/31/yaz02-10-121.html


Bir Nazile Bacı dinledik ki..

Ruşenler köyü, Yunan-Bulgar sınırına çok yakın.. Dağın tepesinde nerdeyse..

Gittik, bir sofra kurmuşlar ki, köy kadınlarının ellerinden yapılma.. Bu kadar olur..

Köy pırıl.. Köy şirin.. En önemlisi.. Kaç göç yok.. Kadın erkek bir arada çalışıyor, oturuyor.. Az yaşlı olanlarda bizim Anadolu usulü başörtüsü var, sıkma baş değil.. Genç kızların hepsinin başı açık..

En önemli görünüş.. Evlerin bahçe duvarları alçak.. Öyle içeriyi saklayan kale duvarları burada yok..

Konuşmalar uzadıkça anlıyoruz ki, burası bir Bektaşi köyü.. Pirleri Hacı Bektaş ..

Kaç göç olmayışı ondan..

"Biz azınlık içinde azınlıktık uzun zaman" dedi Haşmet'e, İstanbul'da okumuş bir köy kızı.. Başları açık, bahçe duvarları alçak diye onları kendilerinden saymamış uzun yıllar, Sünni Batı Trakya Türkleri.. Ayrımcılık yapmışlar.. Yunan hükümeti de burayı yasak bölge ilan etmiş.. Giriş çıkışları kontrole almış.. Yunan vatandaşları bile adeta pasaportla gelirlermiş köye..

"Bu ayrımcılık son yıllarda bitti.. Bizimkiler, bizleri aralarına aldılar nihayet.. Yunanlılar da, yasak bölge uygulamasını kaldırdı, o sebepten sizler şimdi burdasınız.. Yoksa biz çok hayal ederdik, dört Türk gazetecisini köyümüzde ağırlamayı.."

Yemek uzun sürdü.. Zaten Yunanistan'da kısa süren yemek yok.. Üçer, dörder saat gidiyorlar..

Uzun ama neşeli. Önce sazı eline aldı Özkan. Özkan Samioğlu . Başlamaz mı, Fikret Kızılok çalmaya. Meğer iki büyük Fikret şarkısı Gönül ve Bu Kalp Seni Unutur mu'nun müziği Özkan'ınmış. Veysel dizeleri üzerine bestelemiş önce onları.. Fikret'e, tanıştıklarında dinletmiş. Fikret bayılmış, almış kendi söz yazmış..

Bir baktık, bir de akordiyon çıktı ortaya.. İki dönem Pasok Milletvekili Galip Galip çalıyor.. Çalıyor ve söylüyor.. Biz de katıldık mı?.. "Ah bir ataş ver cigaramı yakayım" deyince, Nebil durur mu, attı kendini ortaya.. Bir zeybek..

Derken masanın öbür yanından tarifi zor bir ses duyduk.. Nasıl etkileyici, çarpıcı bir ses. Nazile.. Ruşenler köylü Nazile "Bir de bizden" diye girdi araya. Düğünlerde şarkı okurmuş Nazile.. Onlardan bir okudu. Biz zorla bir daha okuttuk.. Öf ki öf.. Öldük, bayıldık.. "Hünkâr Hacı Bektaş Veli..

Dost" nakaratına bağıra çağıra eşlik ederek..

Yemekten sonra yeniden tırmandık.. Bu defa köyün kurucusu (Yıl 1400'ün en başı) Seyid Ali Sultan Tekkesi'ne.. Hacı Bektaş Veli'nin dört büyük müridinden biri Sultan.. Tekke, imaret, türbe, cemevi, hepsi orada..

Beni en çok şaşırtan, incir ağacı oldu.. Rivayet o ki, Sultan elindeki asayı fırlatmış. Gelip buraya saplanmış, yeşermiş, incir olmuş.. 500 yıldır.. Ağacın dibi kurumuş, hatta çürümüş.. Ama bu kuru, çürük ağaçtan yeni dallar türemiş, yemyeşil.. Böyle bir şeyi ilk defa gördüm hayatımda.. Gövde kupkuru.. Ölü.. Ölüden canlı dallar çıkıyor?.. Peki nasıl oluyor?..

Ağlaşarak, sarılaşarak ayrıldık Ruşenler köyünden..

http://www.sabah.com.tr/2006/06/02/yaz02-10-128.html


Gümülcine.. Unutulmaz Gümülcine..

GECENİN bir yarısı vardık Gümülcine'ye.. Bizim otel Astorya, tam meydana bakıyor.. Meydan çepeçevre kafeler, barlar, diskolarla dolu.. Gecenin saat biri.. Hemen yanımızdaki Cafe Teatro'da (Ertekin'in kulaklarını çınlattık) 135 desibel, çastıra çastıra müziği var.. Gençlerle tıklım.. Hafta sonu değil. Gecelerden perşembe.. Şöyle bir dolaştık meydanı, her yer dolu, gençlerle.. Meydan da sanırsınız akşamüzeri Bağdat Caddesi.. Tek başına, guruplar halinde dolaşan gençler.. Çoğu da kızlar..

"Burada beş kıza bir erkek düşer, delikanlılar bu yüzden kıymetli" dediler.. Görüntü aynen öyle.. Bu yüzden bilemedim, Sunay'la ben yattıktan sonra, Nebil'le Haşmet gene sabaha kadar entegre tesislere baktılar mı?..

Sabah Semetli Köyü'ne gittik.. Galip Galip Üstadın evinde, eşi Ayşe bir kahvaltı hazırlamış ki, olmaz böyle şey.. Sırf bu Ayşe kahvaltısı için kırk kere giderim Gümülcine'ye..

Köyün tam kenarındaki evin bir verandası var.. Çıktım ve birden gene 60 yıl geriye döndüm.. Burası benim Değirmenboğazım.. Cemil Amcamın evi.. Onun balkonundan manzara aynen böyle.. Yemyeşil ağaçların arasından dere akar, kaplumbağaları ile oynadığım.. Ve kuş sesleri..

Orada şezlonga uzandım, hayallere dalıp uzun uzun..

Üç saate yakın sürdü kahvaltı.. Bire doğru bitti.. 1.5'ta arabalara bindik..

"Nereye" dedim, Galip'e..

"Öğle yemeğine" dedi.. Şaka ediyor sandım.. Değil.. Sınırın öbür tarafında yemek asla şaka değil. Hayatın en ciddi şeyi.. Hepsi uzun, hepsi keyifli.. Bir ilahi ritüel gibi yiyorlar. 3 saat kahvaltı.. 3 saat öğle yemeği.. 4 saat akşam.. Günde 10 saat sofra başında.. 4 saat gece, 4 saat de gündüz (Siesta ya hani) uyuyorlar. 8!.. Geriye altı saat kalıyor iş yapmak için..

Kızıl kıyamet itirazla öğle yemeğini atlattık.. Otel önündeki kafede, söyleşi saatini bekliyoruz, koşarak biri geldi masamıza.. Galip tanıtınca öğrendik ki, Yanakis Aris'miş bu.. Gümülcine Valisi..

"Çok önemli bir toplantım var, bu yüzden sohbetinize katılamayacağım için sizden özür dilemeye geldim" demez mi?.

Kendi gelmedi ama, Yunanlı yardımcısını gönderdi. Konuşmaları tercümanı ile yakından izleyen ve zaman zaman kalkıp kendisi de soru soran bir Yunanlı..

Toplantı harika oldu..

Hamasi nutuklar atıp, alkış almak kolaydı. Ama Yaşamdan Dakikalar dörtlüsünün hiçbir bireyi yaraları kaşıma niyetinde değildi. Hepimiz, Batı Trakya Türklerinin sıkıntılarının TürkYunan dostluğunun geliştiği oranda azalacağının bilincindeydik.. Konuşurken mutlulukla gördük ki, onların çoğunluğu da bizim gibi düşünüyor..

Bu harika bir gelişme..


Bu arada.. Dün bizim Tekke'yi açtık.. Maç gurubu, benim arka bahçeye tekke der.. Ercan, İsmet'ten getirdiği harika meyveleri ikrama başladı ve Karadut tabağını görünce dut gibi oldum.. Ruşenler köyünde Seyit Ali Sultan Tekkesi'ndeki ölmeyen ağacı incir diye yazmıştım ya.. Birden hatırladım.. Duttu.. Karadut.. Yiyenin elinden lekesi asla çıkmayan karaduttu o.. Dalgınlık..

http://www.sabah.com.tr/2006/06/03/yaz02-10-112.html


Bir yürekten, damardan şarkı ki!..

Spilya diye bir taverna.. Mağara anlamına geliyormuş.. Zaten mağara gibi döşenmiş.. Bir de mağara adamları servis yapıyor, sanki. Masaya konan her şey kalıyor. Tabak, bardak, çatal bıçakları, kaldırma, değiştirme diye bir şey yok Yunanistan'da.. Hemen her yemekte bunu gördük.. Sofraya tatlı meyve geldiğinde hala mezeler ve ana yemek artıkları orada.. Siz de tatlınızı her tarafı bulaşık ilk servis tabağına almak zorundasınız.. Garip bir adet..

Yunanistan'ın en ünlü buziki ekibi ordaymış.. Yunan çalıyorlar, Türk çalıyorlar, ikisinin karışımı rebetiko çalıyorlar.. Ama gerçekten müthiş çalıyorlar.. Tavernada bir bizim gurup var, Türkler.. Orta yaşlı bir ekibiz.. Bir de Yunanlılar.. Onların hepsi teenager.. Yani ilk gençliktekiler..

Dansı biz açtık.. Sohbeti organize eden Gündem gazetesi sahibi ve başyazarı Hülya bir zeybek oynadı, görmek gerek..
Zeybek tek başına oynanıyor, ötekiler etrafını çevirmiş diz çöküp el çırparken..

Vay anasını sayın seyirciler.. Bizim Haşmet'te de ne cevherler varmış.. Bir figürler, bir figürler.. Onu da aldılar ortaya..

Galip anlattı..

"Tavernada üç dansları vardır bunların.. Karşılama, zeybek ve çiftetelli.."

Sirtaki çok ender yapılırmış.. "Herkesin figürlerini iyi bilmesi gereken çok zor bir danstır bu da ondan!.."

Aynen öyle.. Sirtakiye çok az rastladık, herkes zeybek ve karşılama oynarken..

Yunan gençleri önce masalarında sessizdiler, sonra havaya girdiler, bize katıldılar..

Dışardan bakarsanız, yaşımız dahil her şey bizi ayırıyor.. Ama öylesine bir arada olduk ki..

Onlar çevrelendi el çırptı, biz oynadık.. Biz tempo tuttuk, onlar "Hayda bre efe" diye attılar kendilerini piste..

O sırada yaşlı bir Yunanlı aldı mikrofonu eline.. Yanık bir türkü tutturdu rumca..

Halinden belli.. Bize söylüyor.. Bir şey söylüyor..

Önüme bir kağıt geldi, kargacık burgacık el yazısı ile.. Şarkının türkçesi..

"Darlıklarında Boğaz'ın
Ağlıyor akşamları Yannis
Yanında ele ele Mehmet
İçip içip şarkı söylüyorlar.

Sen Türk, ben Rum
Sen insan, ben insan
Sen Allah'a ben İsa'ya
İkimiz de ahta, vahta!.

Azıcık sevgi ve şarapla
Ben de sarhoş, sen de sarhoş
İç biraz benim tasımdan
Canım dostum kardeşim."

İşte bu.. İşte yüz yıllarca kucak kucağa yaşamış, kız almış, kız vermiş, ayni içkiyi ayni mezeyle içip, ayni şarkıyla coşmuş, ayni dansı yapmış iki kardeş millet..

Bizi rahat bıraktıkları zaman olan hep bu..


Kavala yolunda harika bir Rum daha tanıdık.. Karaman göçmeni Maki Yusufidi.. Dünyanın en güzel kurabiyedesini yapıyor.. Kurabiye yani.. Yemeye doyamadık.. Söz verdi Maki ki, bu dükkanı İstanbul'da da açacak..

Bizi nasıl ağırladı o gün, nasıl mahçup etti.. Ertesi sabah otelin önünde bulduk Maki'yi, arabaya binerken.. Bize yolu göstermeye gelmiş..

İnsan böyle bir şeyi yapmak için, ruhunda neler hissetmeli, bir düşünün..

Biz Ege'nin iki yanında iki kardeş milletiz..

Gerçek bu!..

http://www.sabah.com.tr/2006/06/04/yaz02-10-126.html
GALERİ